"Sayın Başkan ben kardeşlikten söz ettim, geri alınması gereken kardeşlik midir’ dedim. ‘Eğer kardeşlik istenmiyorsa sen de geri al sözünü’ dedi"
Başlıktan da anlamışsınızdır, bu haftaki yazım, 12 Haziran 2011, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri’nden sonraki yemin törenleri sırasındaki tavrıyla, son iki seçim arasındaki kanlı olayları durdurmak için açlık grevi çıkışıyla, nihayet çözüm sürecini yeniden canlandırmak için (?) CB Erdoğan’dan randevu talep ettiğine ilişkin haberlerle (medya diliyle) defalarca ‘gündeme oturan’ Leyla Zana’ya dair. Leyla Zana’nın hayatı Kürt sosyal, kültürel ve siyasi tarihinin modern döneminin izdüşümü olduğu için sizin de ilginizi çeker diye düşündüm.
Yazıyı akademisyen Arzu Yılmaz’ın kaynakçada künyesini verdiğim yüksek lisans tezinden özetledim. Kürt Meselesi’ne dair çok önemli yazılarıyla tanıdığım ve büyük saygı duyduğum Arzu Yılmaz’ın da belirttiği gibi Leyla Zana kendine özgü biri. Öyle ki, kendisi hakkındaki tek bilimsel çalışmayı yapan Arzu Yılmaz’ın mülakat talebini reddetmiş bunun yerine kendi seçtiği belgeleri yollamış ona. Bu belgelerden en önemlisi Leyla Zana’nın 1999’da Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nde kaleme almaya başladığı anıları. Hapse neden düştüğünü ise hatırlatmaya gerek yok herhalde. Yine de hikayesini birazdan ayrıntıyla anlatacağım. Başlıktaki Küçük Kara Balık ise en sonra… Aslında yok.gov.tr adresinden tezi indirip okuyabilirsiniz. Önce üye olmanız gerekir ama üye olmak çok kolay. Ben sadece konumuzla ilgili olan bölümlerden yaptığım bir özeti aktaracağım sizlere. Yani bu yazının esas yazarı Arzu Yılmaz. Ben ‘özetleyen’im. (Bir de okumayı kolaylaştırsın diye aralara başlıklar ekledim.)
“BUYRUN ÖĞRETMENİM PATATES!”
Evlenmeden önceki soyadıyla Leyla Dağlı, 1961’de Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı Bahçeköy adlı 7-8 haneli bir mezrada doğmuştur. Dört kız ve bir de erkek kardeşi vardır. Sözü şimdi Leyla Zana’ya bırakalım:
“Çocuksu heveslerim arasında, okuyup keşke doktor, eczacı ya da avukat olsam gibi hedefler olmasa da, hemşireliğe karşı bir ilgi ve sempatim vardı. Çünkü çevremizdeki hastalara iğne yapacak kimse bulamazdık ve bundan çok etkilenirdim. Elimde eski bir enjektör, fırsat buldukça yastık, yorgan ve döşeğe iğne yapar, her yanı delik deşik ederdim. Bu nedenle de öncelikle okumalı ve Türkçe’yi öğrenmeliyim diye köyümüzde okul olmadığı için komşu köydeki okula yazıldım. Sanırım ilk günlerdi.Tahtaya patates soğan gibi ürünlerin yer aldığı bir tabela asılmıştı. Öğretmen ‘Bu nedir?’ diye soruyor ve biz de yüksek sesle ve hep birlikte tekrarlıyorduk. Derste bir ara öğretmen ‘Çocuklar şimdi kim eve gidip patates getirebilir?’ diye sorunca, ben el kaldırdım. Ve koşarak kaldığım eve gidip soğan getirdim. Yarım yamalak Türkçemle ‘Buyurun öğretmenim patates’ deyince, öğretmen dahil herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı. O gün ezilmiş, mahcup olmuştum. Günlerce okula gitmedim. Sonra öğretmen ve arkadaşlarım gönlümü almaya çalışıp bir müddet daha okula gitmemi sağladılarsa da, okula devam edemedim ve bir daha da gitmedim…”
KENTLE İLK BULUŞMA
“Henüz 8-10 yaşlarındaydım. Babam beni köyden kente (Diyarbakır’a) doktora götürmüştü. Okur yazar olmadığım gibi, tek kelime Türkçe dahi bilmiyordum. Köyüm dışındaki bir yerleşim yerini ilk kez görmüştüm. Gördüklerim inanılır gibi değildi: Üst üste yığılmış evler (apartmanlar), ışıklı tabelalar, renkle reklam panoları, yanıp sönen neonlar, süslü dükkanlar, vitrinleri mankenli mağazalar görmüştüm. Vitrindeki mankenleri önceleri canlı sanmış, soluk alıp verişlerini göğüs hareketlerinden izleyerek hareketsiz duruşlarına anlam vermeye çalışmıştım. İlk kez gittiğim sinemada filmdeki arabaların üzerime geldiğini, öldürme sahnelerinde kurşunların alnımın ortasını hedeflediğini sanarak can havliyle babama sarılmıştım. Lokantada ilk kez kebap yemiş, ilk kez otelde kalmış, ilk kez giysilerimi seçebilmek gibi bir özgürlüğümün olduğunu görmüştüm...O güne kadar hiç bilmediğim, hayal bile etmediğim, edemediğim bir yaşamın ilkleriyle tanışmıştım. Köyü bir anda unutmuştum. Ya da hiç yaşamamıştım. Belki o gün ve o yaşta henüz doğmuş gibiydim. Belki de bir rüyaydı gördüklerim. Tanımsız duygularla bulutların üstünde uçar gibiydim. İşimiz bitip, köye dönmek için bindiğimiz otobüs Diyarbakır’dan uzaklaştıkça hüzün yüklü bir burukluk sarmalıyordu her yanımı. (…) Bir saatime bakmıştım, bir giysilerime. Bir düne bakmıştım, bir bugüne. Ne dünden kopabilmiştim, ne de bugünden. Aslında gördüklerim ne pembe bir rüyaydı, ne de bir başka dünyaya dair olan şeylerdi. Köylü-kentli, zengin-fakir ve ilkel-modern çelişkilerinin, içsel dünyamda yarattığı depremin enkazından yeni bir kimlik edinerek sıyrılmaya çalışıyordum sadece.”
TEYZE OĞLU İLE EVLİLİK
“Bir gün babamın pantolon, gömlek ve şapkasını giyerek köyü baştan aşağı dolaştım. Köy evine camiye giderek özellikle erkeklere görünmeye çalıştım. Amacım tepkimi bir biçimde yansıtmaktı. Kimi güldü, kimi küfür etti, kimileri ‘Bu kız bizimkilerin ahlakını bozacak’ diyerek beni kovaladı. Ancak buna rağmen çıkarmadım…” diye devam eder ancak 1975 yılında, henüz 14 yaşındayken babasının kararıyla evlenmek zorunda kalır Leyla… Yıldırım Türker’in 18 Kasım 2002 tarihli Radikal gazetesindeki yazısında şöyle anlatılır karar anı: “Mehdi Zana’nın anasına çay ikram ederken babası ona dönüp ‘Kızım seni veriyorum. Ne diyorsun?’ diye sordu. Deli kız çay tepsisini oracığa bırakıp babasını yumruklamaya başladı. Mehdi abisini tanıyordu elbet. Küçüklüğü onun mahpusluk serüvenini izleyerek geçmişti. Anasının muhalefetine rağmen babası sözünden dönmedi. Mehdi Zana’yla evlendirildi.”
Mehdi Zana kendisinden 20 yaş büyük ve babasının teyze oğludur. Evlendikten sonra Diyarbakır’a yerleşirler. Ertesi yıl 1976’da oğlu Ronay’ı kucağına alır ve başını örter. Mehdi Zana 1978 yılında bağımsız aday olarak girdiği seçimler ertesinde Diyarbakır Belediye Başkanı olur, 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklanır ve 10 yıl hapiste kalır. O tarihte Leyla Zana’nın oğlu Ronay beş yaşında, kızı Ruken henüz karnındadır. Ve Türkçe bilmeyen Leyla Zana için adeta bir işkenceye dönen hapishane ziyaretleri başlar. Niye mi işkence? Kendisi anlatsın nedenini:
KÜRTÇE KONUŞMAK YASAK!
“Hiç unutmuyorum. 12 Eylül sonrasıydı. Eşim tutuklanmıştı. İlk görüşmemizde eşim kabine iki güvenlik görevlisinin yardımıyla getirilmişti. Tanınmayacak bir haldeydi. Ayakta duramıyordu. Ben Türkçe anlıyor fakat hiç konuşamıyordum. Kürtçe sadece ‘Nasılsın?’ diye sordum. Daha yanıt alamadan bir güvenlik şefinin uyarısıyla irkildim. ‘Kürtçe konuşmak yasak. Türkçe bilmiyorsan bakışarak konuşursun.’ Bakışarak konuşmaya dahi olanak tanınmadan görüş tamamlanmıştı. Görüştürülmeden biten görüş beni kendi gerçeğimle yüz yüze getirdi.”
(Leyla Zana bir açlık grevinde, Diyarbakır, 1990.)
Leyla Zana 1980-90 yılları arasında yeniden doğar adeta. Başından örtüsünü atar. Çocuklarıyla birlikte okuma-yazma öğrenir. İlkokul, ortaokul ve lise diplomalarını dışardan sınava girerek alır. 1987 yılında Diyarbakır İHD’nin kurucuları arasında yer alır. 1988’de ise, Yeni Ülke gazetesinde muhabir olarak çalışmaya başlar. 1991’de ÖSS için Adana’da kayıt yaptırır. Hedefi Ankara Hukuk Fakültesi’ne girmektir. Ancak o yıl yapılacak olan genel seçimlerde aday gösterilir…
O sırada İsveç’te sürgünde olan Mehdi Zana, Leyla Zana’nın milletvekilliğini kendisinin mi arzu ettiğine ilişkin soruya şöyle yanıt verir: “O Ankara’daydı çocuklarla. Bana geldiler insanlar burada, Leyla Bacı da yer alsın istiyoruz bu harekette dediler. Leyla ile oturduk konuştuk. Dedim, bak bu işin bedeli vardır, ölüm vardır cezaevi vardır.”
KÜLTÜRÜN OTANTİK KADIN İMGESİ
Seçim mitinglerde etek boyu ve kolları uzun, kırmızı, sarı, yeşil, mavi çiçek desenleri ile bölgenin tipik kadın kıyafetlerini andıran elbisesi, başında beyaz tülbenti, tülbentin üstünde sarı-kırmızı-yeşil bandıyla boy gösterir. Hapiste iken ‘Leyla’ya Özgürlük’ kampanyalarında kullanılacak olan bu fotoğraf hakkında şu yorumu aktarıyor Arzu Yılmaz: “Deniz Kandiyoti’nin kadınların milliyetçi projelere katılmasının analizini yaparken kavramsallaştırdığı biçimiyle bu fotoğraf, ‘geriliğin kurbanı’ ve ‘kültürün otantik göstereni’ olarak Leyla Zana’nın siyasal kimliğini koşullamaktadır. Yani “‘cahil ve köylü’ kadın imgesi, Zana’nın siyasi bir figür olarak taşıdığı değeri tayin etmektedir. Bu yönüyle Leyla Zana Kürtlerin ‘mağduriyetinin’ bir sembolü olarak siyasete girmiştir. Üzerinde taşıdığı elbise ya da tülbent ise kültürel olana yapılan göndermenin yanında ‘doğallığın ve saflığın’ da bir göstergesi niteliğindedir. Bu da mağduriyet üzerine temellenen ‘dava’nın, dillendirildiği kamusal alanda ‘haklılığı’nın pekiştirilmesine yardımcı olmaktadır. Bir ‘Kürt’ ve bir ‘kadın’ olarak taşıdığı tüm dezavantajlara rağmen, Türkiye ve dünya kamuoyunda tanınan bir isim olması ise sembolik değerini artırmaktadır.”
(1991 Genel Seçimleri, mitingde konuşma yapıyor.)
45 BİN TERCİH OYUNUN SORUMLULUĞU
Leyla Zana, HEP ve SHP ittifakının desteğiyle 45 bin tercih oyuyla ilk ‘Kürt kadın milletvekili’ olarak TBMM’ye girer. Ama işi kolay değildir. Neden mi? Kendisi anlatsın:
“(HEP Genel Başkanı) Fehmi Işıklar arkadaşlara sürekli bu koalisyon hükümeti mutlaka bir adım atacak ve mutlak bir çözüm bulacak diyordu. Bir toplantıda yine aynı şeyleri ifade edince ben söz istedim. Bana söz verilince sözlerime şöyle başladım. ‘Sayın Işıklar siz çok güzel şeyler söylüyorsunuz. Hepsine katılmak isterdim. Ama benim kafamda soru işaretleri var beni aydınlatmanı istiyorum’ dedim. Fehmi, ‘Nedir kafanı kurcalayan?’ dedi. Ben, ‘Şu anda bölgede bir savaş var. SHP bu savaşı durduracak güçte mi? Bu savaş sürdüğü müddetçe bunların bir adım atacaklarına ben inanmıyorum. Bu savaş durdurulmadığı taktirde biz orada ezileceğiz. Çünkü iki seçeneğimiz var ya halkın yanında olacağız ya devletin yanında. Çok basit bir örnek vereyim, bir mahalle veya sokak kavgasında iki kişi kavga ettiği zaman araya giren kimse en çok o dayak yer. Korkarım bizim sonumuz da böyle olur’ dedim. Bir arkadaş hiddetlenerek ‘Leyla sen sesini keser misin...’ dedi. Ben tekrar söz aldım. ‘Abi sana bu yetkiyi veren halk bana da aynı yetkiyi vermiş. Üstelik bana daha çok sorumluluk yüklemiş. Oylarıyla bu yükümü daha çok ağırlaştırmış. Sizler 15-20 veya 30 bin oyla seçildiniz. Ben ise 45 bin tercih oyuyla seçildim. Üstelik 21 erkeğin arasında ben bir tek kadınım. Anaların yükü de benim omuzlarımda’ dedim. Arkadaş hemen benden özür diledi, ‘Kusura bakma ne de olsa feodal bir yapımız var, kadınların konuşmasına tahammül edemiyoruz’ dedi. Toplantı sonrası beni yemeğe davet etti. Beraber yemeğe gittik. Yanımızda üç arkadaş daha vardı. Bana feodal bir zihniyetle yaklaşmalarını kabullenemiyordum ama onları da kırmak istemiyordum. Arkadaşın en hassas noktasını fark etmiştim. Yemek geldi. Yemeğimiz geldiği sırada garsona işaret ettim. Yemek hesabını bana getirin dedim. Garson şaşırmıştı. ‘Sayın milletvekilim nasıl olur, Sayın A.T. bana çok kızar’ dedi. Ben, ‘Sen bana getir, sana kızmasına izin vermem’ dedim. Arkadaşımız belki hayatında ilk defa bir kadının ısmarladığı yemeği yiyordu. Bırakalım bir kadını kendisinin bulunduğu bir masada asla bir başkası hesap ödeyemezdi. Bunu kendisine hakaret sayardı. Ödemeyi yaptım. Kendisi sonra fark etti. A.T. böyle bir şey olmaz diyordu. Kendisine anlatmaya başladım. ‘Abi benim amacım sana saygısızlık değil. Tam tersi sana saygım sonsuz, ama sana yardımcı olmak istiyorum. Kadını da bir insan olarak düşünmeni ve feodal yapını biraz kırmanı rica ediyorum’ dedim.”
VE O YEMİN TÖRENİ
Nihayet, 6 Kasım 1991 günü TBMM’de yapılan yemin töreni, Leyla Zana’yı hem Türkiye’de hem de dünyada tanınan bir isim yapar. O günün arka planını ve o gün neler yaşandığını Leyla Zana şöyle anlatır:
“6 Kasım 1991 günü yemin töreni için Meclis’teydik.Saat 15:00 civarıydı. Biz arkadaşlarla kulise geçtik. HEP Genel Başkanı Fehmi Işıklar gelir gelmez arkadaşları yanına çağırarak ‘Kesinlikle yemin töreni esnasında hiçbir mesaj verilmeyecek’ diyordu. Daha önce kararlaştırdığımız gibi işler yürümüyordu. Kürtçe mesajı verecek olan Batman milletvekili A. Kerim Zilan Meclis’e gelmemişti. Fehmi de caydığına göre bu görevi birileri üstlenmeliydi. Fehmi Bey ısrarla hiçbirimizin törende bir şey söylemesini istemiyordu. Ben ve Hatip (Dicle) kararımızı verdik. Hatip Türkçe, ben ise Kürtçe mesaj verecektik. Yemin töreni başlamadan önce ben kırmızı, sarı ve yeşilden oluşan eşarpları örerek saçlarıma geçirdim. Zaten seçim çalışmalarında hiç çıkarmamıştım bu renkleri. Diyarbakır’daki toplantıda Fehmi Işıklar’a gerekçemi belirtmiştim. Meclis’e taşıyacağımı bu bölge halkına verdiğim sözü tutacağımı, kendisinin bir itirazı olup olmadığını sormuştum. Fehmi ‘Sen takarsan bizim de takmamız lazım. Tabii eşarp değil de kravat bulursak takarız’ demişti. Ben de kendisine ‘Ben sizlere hediye edeceğim’ demiştim. Diyarbakır toplantısından sonra bu konuda hiç konuşmamıştık. Yemin töreninden yarım saat önce ben eşarpları takınca bir-iki arkadaş ‘Bizim kravatlar nerede?’ dediler. Ben de ‘Mehdi Zana İstanbul’da kravat bulamamış ama cep mendili yaptırmış’ dedim. Birçok arkadaş mendilleri takarken, aramızda takmayanlar da oldu.”
NEDEN KIRMIZI-SARI-YEŞİL?
Leyla Zana anlatsın nedenini: “Arkadaşlar arasında tartışmalar oldu. Kimisi bu renkleri taşımanın gereksiz olduğunu söylerken, ben ısrarla taşıyacağımı, istemeyenlerin takmayabileceğini belirttim. Gerekçem gayet açık ve netti. 1989’da özel bir kararname ile bu üç rengin kullanılmasına izin verilmiyor ve yasaklanıyordu. Çobanlar şalvarında bu üç renkten oluşan kuşakları bulundurdukları için dünya kadar işkence görmüş ve bu kuşaklarla dolaştıkları için güvenlik güçleri bir tanesinin boynuna bu kuşağı geçirip uzun süre yerlerde sürüklemişlerdi. Kamyoncular bu renkleri arabalarında kullandıkları zaman günlerce kamyonları trafikten men ediliyordu. En ilginci de seçim çalışmamda tanık olduğum bir düğün idi. Bismil’in bir köyündeydik. Köyde davul zurnalar çalınıyor. Herkes düğünde eğleniyordu. Ben konuşmamı bitirip düğün sahiplerine teşekkür etmek için odaya geçtim. Damadın annesine damat ve gelini tebrik etmek istediğimi bildirdim. Damadın annesi beni gelinin yanına götürdü. Ben gelini kutladıktan sonra, damadın nerede olduğunu sordum. Annesi damadın gittiğini söyledi. O tarihlerde gençliğin büyük bir kesimi gerillaya katılıyordu. Ben de damadın gerillaya katıldığını sanarak ‘Peki bu kızcağızın günahı neydi?’ diye sorduğumda insanlar gülüşmeye başladı. ‘Neden gülüyorsunuz?’ dediğimde oradakilerden biri ‘Damat gerillaya gitmedi ki, özel tim götürdü’ dedi. Ben şaşkındım. Ne diyeceğimi bilemedim. Annesi hemen bu üç renkten oluşan eşarpları kendi elleriyle örerek başıma bağladı. Bana dönerek ’Sen bana söz vereceksin. Bu renkleri yasaklayan parlamentoya böyle gideceksin’ dedi. Ben de 'ana’ya söz verdim. Benim hayatıma da mal olsa senin bu isteğini yerine getireceğim dedim. Çünkü damat bu üç renkten oluşan eşarpları boynunda taşıdığı için özel timler tarafından göz altına alınmıştı. Bu kadının sitemi, kalbinin kırıklığı ve hüzünlü bakışı beni o kadar etkilemişti ki; hiçbir güç beni kararımdan ve verdiğim sözden alıkoyamazdı. Yemin sırası Diyarbakır’a gelmişti. Hatip çıktı. ‘Ben ve arkadaşlarım bu yemin metnini Anayasa baskısı altında okuyoruz’ dediğinde birden kıyamet koptu. Bütün Meclis ayaktaydı. Kürsüye hücumlar başladı. Bütün fanatikler neredeyse Hatip’i parçalayacaklardı. Şoven duygular kabarmış kontrol kaybolmuştu. Kürt parlamenterleri büyük bir korku içindeydiler. Tek tek bana geliyorlar ‘Sakın sen bir şey söylemeyesin’ diyorlardı. Çok sevip saydığım bir arkadaş beni kulis bölümüne çağırarak beni ikna etmeye çalıştıysa da ben ikna olmadım.”
“LEYLA KENDİ KARARINI KENDİ VERİR!”
Öyle arkadaşları araya eşini bile koyarlar. Leyla Zana şöyle anlatıyor bunu: “Mehdi benim yapımı çok iyi bildiği için arkadaşa dönerek ‘Leyla kendi kararını kendisi verir. Ben kesinlikle kendisine karışmam. Ayrıca ben bir mesajın verilmesinden yanayım’ dedi. Ben tekrar Genel Kurul salonuna döndüm. Yerime geçip oturdum. Kürsüye çıkma sırası bana geldi. Ben oturduğum yerden gayet soğukkanlı bir şekilde kürsüye yürümeye başladım. Kürsüye çıkmadan tepkiler gelmeye başladı. Habire bağırıyorlardı. ‘Başının üstündeki bayrağı indir’ diyorlardı. Ben soğukkanlılığımı koruyarak kürsüye ulaştım. Yemin metnini (Türkçe) okudum. Bitirdikten sonra Kürtçe ‘Ben bu yemini Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için okudum’ dedim. Bir anda sanki Meclis’in duvarlarına dinamit koymuştum. Başta Demirel olmak üzere diğer bütün milletvekilleri nasıl da masalara vuruyorlardı. Çoğu saldırmak için yerinde duramıyor, habire kürsüye çıkmak istiyorlardı. Meclis Başkanı Ali Rıza Septioğlu dayanamayarak Demirel’e kızdı ‘Niye kızıyorsun? Bir cümle Kürtçe konuştu da ne oldu?’ diyordu. Aslında fırsat verilseydi aynı mesajı Türkçe de verecektim. Ama o an kıyamet kopmuştu. Kimse kimseyi duyamıyordu. Beni ikinci defa kürsüye çıkardılar. Ben yemini tekrar okudum. Ve aynı sözleri tekrar ettim. Yine karşı çıktılar. Ben üçüncü sefer çıkmak istemiyordum. Israrla sözlerimizin geri alınması isteniyordu. Ben de buna karşı çıkıyor ve geri almayacağımı belirtiyordum. Hatip beni ikna etmek için yanıma geldi, ‘Biz iki adım attık. Bir deyim vardır, iki adım ileri bir adım geri’ dedi. Ben yine karşı çıktım ‘Olmaz’ dedim. Kendisi çıktı sözlerini geri aldı. Gerçi mesaj yerini bulmuştu. Daha sonra ben çıktım.Ali Rıza Septioğlu sürekli ‘Kızım, kızım...’ diyerek, ‘Sözlerimi geri alıyorum de ve yemin metnini oku’ diyordu. Ben kendisine dönerek ‘Sayın Başkan ben kardeşlikten söz ettim, geri alınması gereken kardeşlik midir’ dedim. ‘Eğer kardeşlik istenmiyorsa sen de geri al sözünü’ dedi. Sonuçta sözlerimizi geri alıyoruz dedik.”
KÜRTÇE’NİN DRAMATİK ROLÜ
Günümüzde bile ısrarla “Kürtçe yemin krizi” diye kodlanan bu olayın aslında, ‘Türkçe yeminde sonra edilen Kürtçe bir cümle”ten koptuğunun altını bir kez daha çizelim. Sonra devam edelim. Leyla Zana eşi Mehdi Zana’nın ağzından da kendi iradesinin altını çiziyor ama Arzu Yılmaz haklı olarak yine de soruyor: “Leyla Zana bu kararı kendi mi verdi yoksa -yemin törenini izleyen tarihlerde iddia edildiği gibi- PKK lideri Abdullah Öcalan’ın telkini/emri ile mi hareket etti? Bu sorunun yanıtı, Leyla Zana’nın politik bir figür olarak eylemlerinin öznesi olup olmadığını örneklemesi bakımından önemlidir. Zana’nın anılarındaki ayrıntılar -böyle bir telkin/emir eğer varsa dahi- diğer Kürt milletvekillerinin de benzer bir hazırlık içinde olduğunu ancak daha sonra bir mesaj vermekten vazgeçtiklerini göstermektedir. Dolayısıyla Leyla Zana’nın tüm baskılara rağmen kararında ısrarcı olması kendi iradesiyle hareket ettiğini düşündürmektedir. (…) Sonuçta Leyla Zana’nın hayatında Kürtçe’nin yeri dramatik bir tesadüfler zincirine işaret etmektedir. Bir bakıma Kürtçe yüzünden eğitimini tamamlayamayan Zana, yine Kürtçe yüzünden eşiyle cezaevindeyken konuşamamış ve yine Kürtçe yüzünden bu kez de TBMM’den uzaklaşmak durumunda kalmıştır. (Ve 10 yıl hapis yatmak zorunda kalacaktır. A.H.) Bu tesadüfler zincirinin bir başka ifadesi de Leyla Zana’nın Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmen temsil edildiği üç mekanla; okul, cezaevi ve meclisle ilk temasının her seferinde aynı sonla deneyimlenmiş olmasıdır.”
HAPİSTE BÜYÜMEK
Gerisini hızla anlatalım. Yemin krizi ile başlayan süreç HEP’in 1993’te kapatılmasıyla ilerledi, 2 Mart 1994’te ABD’de yaptığı bir konuşma bahane edilerek dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla derinleşti. Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak 3 Mart 1994’te TBMM’den ‘yaka paça’ alınıp, tutuklandılar. 8 Aralık 1994 tarihinde DGM’nin aldığı kararla da 15 yıl hapse mahkum edildiler. Leyla Zana 1994 yılında Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’ne girdi ve burada tam 10 yıl kaldı…
Hapishane arkadaşlarında biri “Leyla Hanım hapiste büyüdü. Ve bu süreçte en çok büyüten kesim dış basın oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’deki hareket Zana’yı doğru dürüst sahiplenmedi. Kürt kadın hareketi de sahiplenmedi. Dışarıdaki siyaset onları biraz geride bıraktı. HADEP döneminde yöneticilik yaptım ve biliyorum ki düzgün bir şekilde bu arkadaşlara giden parti kanallı avukatlarımız olmadı. Bir iki bizim de onaylamadığımız insanlar onlarla temas kurdu ve cezaevindeki insanlar onlara kimler dokunuyorsa onlardan dışarıdaki bilgileri alıyorlar. İstediğin kadar radyo televizyon dinle dışarıdaki yaşam farklı bir şey. Bu buradaki oluşumla arasına çok önemli bir mesafe koydu. Yalnız bırakılma hissi, onların kaile alınmadıkları fikri... bizim siyasetimiz o konuda yanlıştı.”
Bir başka hapishane arkadaşı da benzer şeyler söylüyor: “Zana (hapiste iken) HADEP Kadın Kollarından şikayet ederdi. İlgisiz olduklarından yakınırdı. Örneğin her gün Avrupa’dan düzinelerce mektup gelirdi. Bir keresinde ilkokul öğrencisi bir Alman çocuğun kendisine gönderdiği mektubu göstererek ‘Bak Türkiye’den böyle bir mektup alamıyorum. Neden?’ diye sordu.”
DANİELLA MİTTERAND’DAN: “SEVGİLİ KIZIM…”
Gerçekten de kendisiyle aynı kaderi paylaşan üç arkadaşı daha olmasına rağmen, Leyla Zana’nın ismi özellikle Batı kamuoyunda daha çok öne çıkmıştı. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın karısı Daniella Mitterand 5 Eylül 1994 tarihinde Leyla Zana’ya “Sevgili Kızım” hitabıyla başlayan mektubunda “…senin demokrasiye olan inancın ve halkının yüz yüze olduğu ciddi problemlere politik çözümler arayışın Batı demokrasilerindeki kamuoyunda sempati yaratacaktır. Daha şimdiden Avrupa’daki en popüler Kürt kadını sensin...Türkiye senin aleyhine verdiği hükümle ağır bir bedel ödeme yükü altına girmiştir ” diye yazmıştı. Paris’te bir sokağa Leyla Zana’nın adı verildi, 1995 ve 1998 yıllarında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Leyla Zana Nobel Barış Ödülü’nü alamadı ancak 1995’te Avrupa Parlamentosu’nun Sakharov Özgürlük Ödülü’nü aldı. (‘Aldı’ dedim ama ödülü fiilen alması ancak 9 yıl sonra mümkün olacaktı.) Ödül töreninde yapılan konuşmada Türkiye ve AB ilişkilerinin gelişmesi için sıralanan şartlardan biri olarak da, “Leyla Zana ve üç milletvekili arkadaşı hakkında verilen mahkumiyet kararının düşmesi şartına bağlı olduğu” ilan edilmişti.
İlgi o kadar ısrarlıydı ki, Avrupa-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu’nun Kasım 2001’deki bir toplantısında, dönemin Devlet Bakanı Ayfer Yılmaz, Komisyon Başkanı Cohn Bendit’e “Ne yapacaksınız, dışarı çıkması için bu kadar uğraşıyorsunuz, evlenecek misiniz?” bile demişti!
“O SÜREÇTEKİ TEK YİĞİT VE NAMUSLU SES”
Leyla Zana Haziran 2004’de cezaevinden çıkar çıkmaz yoğun bir siyasi gündemin ortasına düştü. Kendisiyle birlikte 10 yıl hapis yatan arkadaşları Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak’la birlikte Türkiye’nin dört bir tarafını dolaştı. Bu süreçte meydanlarda öne çıkan ve grubun lideri olarak görülen isim Leyla Zana oldu. Hatta basın onlardan bahsederken “Leyla Zana ve arkadaşları” demeye başladı sadece Bunun çeşitli nedenleri vardı elbette ama muhtemelen en önemlisi Abdullah Öcalan’ın desteğiydi.
Bu destek karşılıklıydı elbette. Leyla Zana, öteden beri Kürt sorununun çözümüne dönük bir muhatap arayışında tek ve mutlak lider Abdullah Öcalan’ı işaret etmekteydi. Tutukluluğu süresince, aralarında ABD ve Avrupa Devlet Başkanlarının da olduğu birçok kişiye yazdığı mektuplarda bu mesajı açıkça vermişti. Leyla Zana’nın bu çabalarının Abdullah Öcalan tarafından desteklendiği, daha da ötesinde, Öcalan’ın açıkça Zana’dan taleplerde bulunduğu görülüyordu. Örneğin “Avrupa’nın niyeti farklı. Avrupa bizi pazarlamaya çalışıyor. Leyla da bu ödülleri (Sakharov Ödülü) almasın... Onlara (Avrupalılara) mektup yazmalı, beni kullanarak paçayı kurtarmaya çalışıyorsunuz demeli,” diyordu. Örneğin “Avrupa iki yüzlüdür. Avrupa’ya şunu diyecekler. Benim örgüt kimliğim var. Ya terör listesinden çıkaracaksınız, ya kabul edeceksiniz. Olmazsa ödülünüzü almam. Kürt halkını sattınız desin,” diyordu. Örneğin “Bu süreçte tek yiğitlik yapan namuslu ses Leyla oldu. Sizin yaşınızda çocukları var. Görev almayabilir de. Ama siyasi mücadele yap diyorum. Legal demokratik alanda sözcülüğümü yapsın diyorum,” diye sesleniyordu. Ama Leyla Zana, bu tavsiyeleri dinlemeyerek Sakhanov Ödülü’nü almaya gitti ve 14 Ekim 2004 günü Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada ‘Türkiye’de işkence yoktur’ demekle kalmadı, ne Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasına, ne de Avrupa’nın terör listesinde yer alan PKK’nın durumuna ilişkin bir tek cümle etti. Onun yerine demokratik ve barışçıl bir çözüm için kimlerin ne yapması gerektiğini vurgularken, “birlik, dayanışma ve barış”tan uzak tavırlarını eleştirdiği Kürtleri de çözümsüzlüğün parçası olarak tarif etti.
ÜMİT FIRAT: “FOTOJENİK DİYE ÖN PLANDA!”
16 Ekim 2004 tarihli Özgür Politika Gazetesi’nde okunan şu ifadeleri Leyla Zana’nın bu tavrının bir başka nedenine işaret ediyordu.
“Politika elbette öç alma işi veya sanatı değildir. Ama öç almayı akla getirmeyecek, düşmanlarını bile affedecek bir konuma gelmek için, önce zafer kazanmak gerekiyor. Ortada kazanımlardan söz edilse de, henüz bir zafer yok. O nedenle sözün doğrusu: ‘Öç almayı unut, ama Öcalan’ı unutma’ olmalıdır.”
İş burada da kalmadı. Aralık 2004’te Serbesti Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ümit Fırat’ın başını çektiği bir grup Avrupa’da bazı basın-yayın organlarında (Le Monde ve Herald Tribune’de) yayınlanmak üzere bir bildiri hazırlamıştı. Bildiride Kürtlerin bağımsızlık da dahil birçok talepleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hitaben duyuruluyordu. Bildiri Avrupa basınında ilk yayınlandığında altında imzası olanlar arasında Leyla Zana da vardı. Ancak Zana daha sonra yaptığı açıklamada bu bildiriye imza atmadığını, olayın “Bir yanlış anlama...”dan kaynaklandığını açıkladı. Tepkiler gecikmedi.
Bildirinin mimarlarından Ümit Fırat “Leyla Zana’nın adıyla birlikte anılmaktan rahatsızım. Leyla, güçlü politik formasyona sahip değil. Eğitim şartları, geldiği ortam buna elverişli değil. Ne öğrendiyse, 10 yıllık hapishane sürecinde öğrendi. Leyla, kadın olmasaydı, bu konumda olmazdı. Ne bugün ne de geçmişte. Leyla, fotoğraflarda güzel görünüyor. Fotojenik diye ön planda. Nedir Leyla’nın formasyonu, neyi hak etmiş, neyi söylüyor, neyi istiyor, bunlar tartışılmıyor. Leyla okuyup imzaladığı metnin içeriğini kavrayabilmiş değil. Tartışma çıkınca, ‘yokum’ dedi. Bu metin tartışma değil, imza metnidir. İmzalarsın ya da imzalamazsın. Leyla Zana 1994’te Saharov Barış Ödülü’nü alması Avrupa’nın iki yüzlülüğünün sonucudur. Halbuki ondan daha ağır durumda olanlar vardı. Leyla Zana’nın adının bu kadar ön planda olması, metne imza atan 200 kişiye haksızlık. Çünkü hepsi, önemli birer şahsiyet. Bu konudaki görüşlerimi, Serbesti Dergisi’nin yeni sayısında ayrıntıyla yazdım,” diyerek Leyla Zana’ya antipatisini en kaba şekilde ifade edecekti…
SUSKUNLUK DÖNEMİ
Muhtemelen bütün bunların sonucu olarak, 2005’te Öcalan’ın da uzun süredir “misyonunu tam anlamıyla yerine getirmemekle” suçladığı DEHAP (1994’te kapatılan DEP’in yerine kurulmuştu) fesh edilerek yerine DTP kurulduğunda, kadınlara yüzde 40 kota uygulamayı zorunlu kılan parti tüzüğü uyarınca partinin kadın eşbaşkanı, beklendiği gibi Leyla Zana değil, Aysel Tuğluk oldu. Hatta Leyla Zana partide görev bile almadı. Bunun nedeni hakkında hâlâ süren siyasi yasaklar olarak gösterildi.
Leyla Zana bu tarihten sonra adeta ortadan kaybolarak, bu siyasi yasakların ötesine geçen bir suskunluğa gömüldü. Hem yurt dışından, hem de Türkiye’den kendisiyle görüşmek isteyenlerin yoğun taleplerinin hiçbirine yanıt vermedi. Bu tutum sonucu merak edilenlerin yanıtı hep başkalarının söylediklerinde arandı. Bu durum örneğin Ali Atıf Bir’in Tempo Dergisi’nin 24 Şubat 2006 tarihli sayısındaki sayfasına şöyle yansıdı:
KİMDİR BU LEYLA ZANA?
“Ortalıkta lider figürü olarak Leyla Zana var ama Leyla Zana ile ilgili de o kadar bilinmedik şey var ki! Eğer bilsem söylentilere inanmayacağım. Kim bu Leyla Zana, ne yer ne içer? İnsan olarak nasıl biridir? Nasıl yaşar? Neye kızar? Çocukları ile arası nasıldır? Hapiste nasıl acılar çekmiştir? Bu acılar, aile yaşantısına nasıl yansımıştır? Arkadan birileri mi ittirmektedir? Kadın olmasının aşıladığı 'mağduriyet' duygusundan yararlanmak isteyen birileri mi vardır? Eğer partinin başına geçerse, hep 'barıştan' yana mı olacaktır? Kürt kimliğini, Türk kimliği ile nasıl örtüştürmektedir? 'Barış' çağrısı içeride bir yerlerden mi gelmektedir, yoksa hâlâ kalbinde 'nefreti' taşımakta mıdır? Merak ediyorum bu soruların yanıtlarını. Ama o, bu konularda 'sır' vermeyen bir tavır içinde... Leyla Zana ortaya çıkıp, kendini şeffaflaştırmadığı sürece, onun Zana'nın sadece kadın olduğu için öne itilen bir figür iddiasına inanmaktan başka yapacak bir şey yok. 'Kürt hareketi' demokratik bir platforma sağlıklı bir şekilde akmak, siyasi mücadeleye girmek istiyorsa, önce Leyla Zana'yı şeffaflaştırmak zorunda. Bunu yapmadığı sürece, Leyla Zana'nın bir piyon olarak görülme olasılığı çok yüksek.”
Leyla Zana’nın 2011 Genel Seçimleri’nde Diyarbakır’dan bağımsız milletvekili adayı olmasına kadar süren bu suskunluk döneminde hakkındaki haberler bile kendi ağzından değil, Mehdi Zana’nın ağzından yayınlandı. Mehdi Zana on yılı aşkın bir sürenin ardından, Leyla Zana cezaevinden çıktıktan sonra Türkiye’ye dönmüştü. Nursun Erel’le yaptığı röportajda Diyarbakır’da bir ev tuttuklarını ve yıllardır ayrı kalan aile fertlerinin artık bu evde birlikte yaşayacaklarını açıklamıştı. Anlamışsınızdır muhakkak, Mehdi Zana Leyla Zana’nın hem siyasi hem de özel yaşamında en kritik role sahip kişilerden biridir. Ama Mehdi Zana aralıklarla 16 yıl, Leyla Zana 10 yıl hapiste kaldığı için 30 yıllık evlilikleri boyunca sadece 5 yıl beraber yaşayabilmişlerdir. Mehdi Zana 2006’daki bir röportajında “Gerçeği konuşmak gerekirse evlenmemem gerekirdi. Önümde cezaevinin olduğunu kendisi de biliyordu… TC’den çok çekti. Çocuklarının çocukluğunu görmedi mesela. Ben de görmedim. Ronay 5 yaşındayken ben cezaevine girdim. 6 ay sonra Ruken dünyaya geldi. Çocuklar yalnız başlarına büyümek zorunda kaldılar. Mesela Leyla tam on senedir oğlumuz Ronay’ı görmemiş. Birkaç senedir Ruken annesini Ankara’da ziyaret edebiliyordu.”
Ancak çiftin yıllar sonra biraraya gelmesi en üst seviyeden eleştirilir. Öcalan’ın “...kocasıyla ilişkisini dondursun. O adamı kullanmak istiyorlar. ABD’ye gitti. Bir gün Fransa’da, bir gün İsveç’te. Ajan demiyorum ama ne yaptığı belli değil,” dediği yansır gazetelere. Mehdi Zana Tercüman gazetesine verdiği röportajda gayet nazikçe cevaplar bu sert müdahaleyi: “Abdullah’ın İmralı’dan karışmaması lazım.Talimat vermemesi lazım. Bir parti eğer cezaevlerinden, şuradan buradan talimat alıyorsa, parti değil başka bir şeydir. Leyla da böyle düşünüyor.”
TERCİH Mİ ZORUNLULUK MU?
Arzu Yılmaz burada da şu soruyu soruyor: “Leyla Zana’ya ilişkin özellikle son iki yıldaki gelişmeleri izleyen herkesin sorduğu soruların hala yanıtsız kalması akla iki şeyi getirmektedir: Birincisi Leyla Zana’nın zaten varolan bilgiler üzerinden şekillenen imajını onayladığı, ikincisi ise bu merakın nedeni olarak ortaya çıkan ‘liderlik’ konumundan uzak durmayı tercih ettiğidir. Peki bu tespitlerden hangisi doğru?”
Arzu Yılmaz’ın görüştüğü bazı kişilerin cevapları şöyle: “Kürt Hareketi’nin söyleminin dışarıya duyurulması konusunda Leyla Zana isminin çok etkili olduğu biliniyor. Bu etki sıradan köylü kadınlara ulaşma açısından da önemli. Örneğin Zana’yı gören kadınlar o da bizim gibi Türkçe okuma yazması yoktu…. diyerek; o başardıysa biz de başarabiliriz diyorlar. Leyla Zana köylü kadınların da örgütlenebileceğinin iyi bir örneğidir. Ancak Kürt kadın hareketi için bir temsil yeteneği yoktur. Daha önce herkes için bir semboldü. Ama bugün örgütlü kadın için dağdakilerin ne söylediği Zana’nın söylediklerinden daha önemli.”
“Cezaevinde çıkınca siyasette aktif rol almak istemediğinden bahsediyordu. Yani mücadele içinde yer alacağını ancak ön planda olmak istemediğini söylüyordu.Başkan Avrupa’dan sorumlu olmasını istedi ama kabul etmedi. Ama Avrupa da kolay değil tabii. Zaten Avrupa Parlamentosu’nda ‘Türkiye’de işkence yoktur’ demekle büyük bir gaf yaptı. Bu da ona ders oldu. Ayağını yere daha sağlam basması ne söyleyeceği konusunda daha hazırlıklı olması gerektiğini gördü ve geri çekildi.”
“Leyla Zana’nın bundan sonra temsil yeteneğinin kalmadığını düşünüyorum. O rüya bitti. Ancak barış için bir çaba harcarsa bilmem ama… zaten kendi isteği de yok, böyle bir arzusu heyecanı olduğunu sanmıyorum. Ancak kendi isteğiyle bu işten vazgeçti de denilemez. İşin ne kadar zor olduğunu, ne kadar ona bağlı olmadığını gördü. Kürtler çok genişledi, genişlediği oranda da çeşitlendi. Kürt hareketi lidere bağlı bir hareket bu lider de Öcalan ama öte yandan da bilinç öyle bir düzeye geldi ki, kimse lidere de tahammül edemiyor…”
(Leyla Zana 2014 Newroz’unda…)
CESUR MU CESUR, KARARLI MI KARARLI
Gelelim başlıktaki küçük kara balığa…
“… Küçük Kara Balık çelimsiz, sığ ve ancak kar sularıyla beslenen ırmak balığıdır. Tutucu, kıskanç ve bağnaz çevresinin tüm baskılarına karşın, denizi bulmak üzere yola çıkar ve minik cüssesine aldırmadan, kocaman yüreğiyle dalar suların derinliğine. Nice tuzaklar, girdaplar, şelaleler aşar… Nice engellere, baskılara göğüs gerer...Direnir ve direndikçe sığmaz olur engin sulara. Eyvah her şey bitti derken kertenkelenin, kurbağanın, salyangozun, ceylanın dostluklarıyla umutlanır bir anda. Kaşıkçı kuşu yutsa da onu, denize olan özlemi ve özgürlüğe olan sevdasıyla kurtulur kaşıkçının torbasından. Testere balıkları, yılanlar, yengeçler, karabataklar ve onu bir lokmada yutmaya hazır soydaşlar, türdeşler… Hiç beklemediği yer ve zamanlarda gelen ağır darbeler...Her yanı yara, bere, kan revan içinde. Ama o yine kararlı, yine dirençli ve biliyor ki, asla geri dönüşü yoktur bu yolun (...) İsyan etmiştir bir kere. Üstelik pişman da değildir. Her şeye rağmen ve her şeye inat, can pahasına da olsa gitmeli, gitmeli, gitmeliyim der ve gider. Küçük Kara Balık, ne filozof, ne bilge, ve ne de zamane çocuğu. Hele hele, akıl yitirenlerden, akıl bozanlardan hiç değil. Aksine inançlı mı inançlı. Cesur mu cesur. Kurnaz mı kurnaz ve kararlıdır ayrıca. Aykırı ve kabına sığmayandır. Akarsuların, ırmakların, nehirlerin değil, denizlerin sonsuzluğundadır artık. Nesilden nesle anlatılır. Dilden dile dolaşır. Kırmızı, sarı, yeşil, mavi, turuncu ve beyaz renk renk balık izindedir küçük kara efsanenin. Çünkü, o özgür bir dünya için, küçücük dünyaları ve her şeyden önce kendi dünyasını darmadağın ve yerle bir etmiştir.”
Bu satırlar, Leyla Zana’ya ait. Tezine, Özgür Gündem Gazetesi’nin 13 Aralık 1997 tarihli sayısında yayımlanan bu metaforik anlatıyla başlayan Arzu Yılmaz’a göre Leyla Zana’nın İran Şahı Rıza Pehlevi’nin muhalifi yazar Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık adlı masalından yola çıkarak kaleme aldığı yukarıdaki metinde, ‘küçük kara balık’a ilişkin her ayrıntı, adeta Leyla Zana’nın kişisel tarihinin bir yansıması niteliğindedir: “Öncelikle esmer ve minyon bir fiziğe sahip Zana’nın, ‘küçük, kara ve çelimsiz’ olarak tasvir ettiği masal kahramanıyla kendini özdeşleştirdiği görülüyor. Öte yandan ‘tutucu, kıskanç ve bağnaz’ sözcükleri bir ırmağı tasvir etmekten çok Zana’nın yaşadığı çevreyi anlatıyor. ‘...tüm baskılara karşı, denizi bulmak için yola çıkar’ satırları, Zana’nın evinden ve köyünden kopup daha geniş bir çevreye, dünyaya açılmasına işaret ediyor. ‘Küçük kara balık’ın önüne çıkan ‘…testere balıkları, yılanlar, karabataklar’ ise girdiği yeni çevrede karşılaştığı zorluklara bir gönderme niteliği taşıyor. Bu noktada en dikkat çekici olanı, ‘...onu bir lokmada yutmaya çalışan soydaşlar, türdeşler’ satırlarıdır. Bu satırlar Zana’nın mücadelesinde, ait olduğu Kürt toplumundan ve ‘türdeş’i kadınlardan destek bulamadığını gösteriyor. Ancak bu tablonun ‘mağdur’ karakteri, masal kahramanına yakışır bir biçimde ‘inançlı ve cesur’ olarak resmediliyor. Çünkü o, ‘aykırı ve kabına sığmayan, sığ sulardan denizlere doğru’ yola çıkan biridir. Zana, bütün engellere rağmen idealini gerçekleştiren masal kahramanını ‘nesilden nesle, dilden dile dolaşan’, zamanın ve mekanın boyutlarını aşan biri olarak konumlandırma yoluyla da ödüllendiriyor. ‘Küçük Kara Balık’ın sonu, Leyla Zana’nın bir politikacı olarak kendine biçtiği rol hakkında da bize fikir veriyor. Örneğin ‘kırmızı, sarı, yeşil... çeşit çeşit balık izindedir küçük kara efsanenin’ sözlerinin ilk akla getirdiği Kürt hareketinin simgeleşen renkleridir. Bu anlatımda balıklar, Kürtler’i; peşinden gittikleri ‘küçük kara efsane’ ise Leyla Zana’yı işaret ediyor.” “Bu masalda ‘Nice tuzaklar, girdaplar, şelaleler aşan, nice engellere, baskılara göğüs geren, direnen ve direndikçe engin sulara sığmayan’ kara efsanenin çabalarının ödülü ‘nesilden nesle, dilden dile anlatılan’ bir efsane olmaktır. Leyla Zana gerek Kürtler arasında, gerekse dünyada ulaştığı ünle bir anlamda bu ödülü çoktan almış görünmektedir. Geriye ise sadece bu ünü korumak, ya da başka bir ifadeyle riske atacak mücadeleler içine girmemek kalmaktadır.”
Kaynak: Arzu Yılmaz, “Siyaset ve Kadın Kimliği: Leyla Zana”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006.